8 Eylül 2009 Salı

Fotoğraf kitaplığı



Kütüphaneleri çok severim, iyi bir kütüphanede kendimi evimde gibi hissederim, kendimden geçip kitapların dergilerin arasında başka bir dünyada yaşarım. Fakat ne yazık ki İstanbul'dayım ve bu koca şehirde iyi bir kütüphane yok, iyi bir kütüphanenin gerekli olduğuna inananların sayısı da çok az.

Geçen gün Milliyet Pazar'da 12 Eylül'de açılacak olan "Bilginin Mabetleri Kütüphaneler" sergisi dolayısıyla "Miraç Zeynep Özkartal'ın Ahmet Ertuğ ile yaptığı “Fotoğraf çekerken Zen rahibi gibiyim, bana saat bile sorulmaz”" başlıklı güzelim söyleşisini okurken yine kütüphane meselesini düşündüm. (Neyse ki Ertuğ'un fotoğraf sergisi gibi takdire şayan güzellikler de yaşanabiliyor İstanbul'da, kaçırmayacağım bir sergi olacak bu.)

"İyi kütüphane yok" deyince itirazlar gelecektir sanıyorum, bence iyi olduğunu düşünülen kütüpheneler aslında temel başvuru kaynaklarının bolca bulunduğu, ilk ve ortaöğretim öğrencilerini hedef kitle olarak gören (aslında ülkemiz kütüphanecilerinin temel sorunu bu) ve uzmanlaşmamış, kitap ve dergi (niye sadece dergilere adanmış bir kütüphanemiz yoktur?) çeşitliliği açısından kısır olan yapılardan ibaret.

İyi bir kütüphane nasıl olmalı peki? Birincisi her zaman ve herkese açık ve ücretsiz olmalı. "Acaba bugün, bu saatte kapalı mıdır?" diye hiç soru olmamalı zihinde. Üyeliğin çeşitli koşullara bağlı olduğu (araştırma görevlisi değilim, bilmem ne üniversitesinin öğrencisi de değilim, öğretim üyesi de değilim, e ozaman bu kütüphaneye giremezsin diyorlar, hadi bir şekilde ağlayarak girdik, neticede aradığınız dergiler kitaplar elimizde yok diyorlar) az da olsa bir ücret talep edilen sonra da sınırlı hizmet verilen, okuyucuyu hakir gören, daha da önemlisi aranan kitabın derginin bulunmadığı kütüphaneler de hiç iyi değildir. (Ülkemizin önde gelen bütçesi geniş olan üniversite kütüphaneleri bile çeşitlilik açısından sınıfta kalıyorlar, bilim üretmenin koşulları nedir, çok merak ediyorum, gözlemlerime göre donanıma (yazılım ise korsan olduğu için parasız) çok para yatırmak en önemli koşul galiba :(

İkincisi ve bence en önemli koşul ise kütüphanenin sıcak olması. Okuyucu gerektiğinde çayını kahvesini içebilmeli okurken, elleri cebinde pencereden dışarısını seyretmeli. Çay kahve meselesinde kitapların zarar göreceğinden korkan kütüphaneler bunun için masaların tasarımını değiştirebilir, daha çukur bir bölümde çay kahve konacak bir düzenek olabilir.

İyi bir kütüphane standartları yüksek olan kütüphanedir, buna tasarım da dahil elbette. Bir de dil meselesi var. Yabancı bir dergiyi talep ettiğinizde yok deniliyor, o dergi ingilizce deniliyor, ne olmuş yani dergi ingilizce veya ispanyolca ise diyorum ben de, iyi kütüphane yok derken işte tam da bunu kastediyorum, var olan kütüphanelerin yöneticileri okurlarını bence dikkate almıyor, kendi bütçeleri ve dünya görüşlerine uygun bir yönetim anlayışındalar. Daha üst düzey yöneticiler, politikacılar, belediyeciciler ise kütüphane fikrine bile yabancı zaten, onlar fotoğraf makinelerindeki otomatik moda benzeyen Google'ı kullanarak yaşıyor, 'kütüphane' bir yaşam biçimi olarak dünyalarında yok, daha iyisini düşünmek ise akıllarına bile gelmiyor, vizyon sahibi değiller de ondan, ABD'deki Kongre Kütüphanesini kuran siyasi irade bundan kuşaklar önce hakikatın ışığını görmüştü, bizimkilerin görmesi için ağır bir ameliyat gerekiyor sanırım ;)

Fotoğraf kitaplığı sorunu ise çok, çok daha acıklı bir konu. Hiç anlatmak istemiyorum şimdi.

23 Şubat 2009 Pazartesi

Gazetenin bahçesinde, akşam



Akşamları, ağaçlar binayı aydınlatan spot ışıklarının arasında gözüme her defasında farklı görünüyor. 1994 yılından beri bu ağaçların arasında yürüyorum. Bina içinde sigara içmenin yasaklanmasından sonra gündüz gözüyle ağaçları seyretmek çok hoş değil çünkü dört bir yandan sigara kokuları geliyor. Ancak akşamları sigara kokusu olmayınca bu ağaçların gizemli yanları ortaya çıkıyor ve iyi geliyor kalbime.

Gazetenin içindeki klavye tıkırtılarından, sürekli zırlayan telefon seslerinden, bilgisayar farelerinin çıt çıt sesinden, gazete kağıtlarının hışırtılarından, topuklu veya spor ayakkabıların sesinden uzakta ağaçların arasından acele etmeden yürüyorum, yanımdan süzülerek geçenler var, kayıtsızca yürüyenler de, bir hışımla gelip geçenler de... İnsan ömrü dediğimiz şey de şöyle ya da böyle akıp gidiyor işte.

7 Şubat 2009 Cumartesi

Temizlik görevlisi



Gazete gibi çok sayıda insanın çalıştığı büyük yapılarda görevli olan temizlikçiler hayalet gibidir. Sessizce işlerini yaparlar ve gözünüze görünmeden ortalıktan kaybolurlar. Siz gelmeden bir iki saat önce erkenden gelip masanızı ve yerleri silerler, gün içinde çöp kovalarını boşaltırlar ve siz gitmeden önce onlar gider bile. Nadiren konuşursunuz, o da sohbet amaçlı değildir, bir süre sonra gözünüz onları farketmez bile, gelip gittiklerini de aslına bakarsanız görür görmez unutursunuz.