31 Aralık 2019 Salı

Küçük Zaman Sözlüğü



Mutfaktan geçip küçük balkona çıkıyorum. Yağmurda ıslanan balkondaki çiçeklere bakarken sırtımda bütün hatıraların izi sızlıyor sanki. Fatma Hanım'ın çiçeği bu önümde duran, sanki ondan gelen bir haber varmış gibi. Onu çok özlüyorum. Bazen sesini duyuyorum, küçük ayaklarıyla mutfakta gezindiğini sanıyorum. Zihnimde dönüp duruyor küçük ellleri gibi ardı ardına küçük anılar. Onu çok özlüyorum. Yokluğu can yakıyor.

Çok yorucu bir yıl oldu diye düşünüyorum. Belki de ben çok yorgunum, yaşlandım biraz daha. Hiçbir şeyi tamamına erdiremeyen bir yapım olduğunu bir kez daha anladım. İyi başlıyorum ama sonra işte her şeyi yarı yolda bırakıyorum sanki. Ardından her yerde istenmeyen bir misafir gibi bekliyorum. Neyse, çok düşünmenin yan etkisi de çok oluyor, en iyisi susmak. Daha da iyisi kitap okumak galiba. Kitaplar beni sakinleştiriyor.

Kendimi dünyada en iyi hissettiğim yer neresi acaba? Bilmiyorum, hemen bir yer söyle deseler yandaki küçük oda derim belki. Duvarlarda kitaplar dost bakışlarıyla daima avutuyor sanki. Sonra, günün sözünü söyleyip duruyorlar, geçen gün ömürdendir.

Köşede duran plastik yeşil sepet bile hüzünlü, içindeki yumak Gordion düğümü gibi.Balkona çıkmadan önce Necatigil'in "Küçük Zaman Sözlüğü" şiirini okumuştum, son dizeler çok dokunuyor:


"Boşluklar, yokluklar bırakır
Sepetlere, sallara salarlar
Kapatırlar üstüne taşları
Her zaman hep bu mudur?"

27 Eylül 2018 Perşembe

6 Aralık 2017 Çarşamba

7 Temmuz 2017 Cuma

Uzletgâh



 En iyisi insanlardan uzak yalnız bir köşe bulmak.

24 Haziran 2016 Cuma

CENNETTEN CEHENNEME PETRA

Mayıs 2014, Petra


Geçen akşam Afrika kahveleri içmekten hoşlandığım bir yer olan Gayrettepe'deki Petra'ya gittim. Elimde Michel Pastoureau üstadın siyah rengin tarihiyle ilgili enfes kitabı da vardı.

Aylardır Petra'ya uğramıyordum. Yalnız başına gidilebilecek korunaklı bir mekân olması, dekorasyonun bir parçası olan çok ilginç koleksiyonlar barındırması, sessizliği, sakinliği, içinde ağır ve güzel kitapların olması çok hoşuma gidiyordu.

Kapıdan girişte birden durdum, önce yanlış bir yere geldim zannettim. Bir iki adım atınca baygınlık verici o meş'um caz şarkılarına karışan bir uğultu karşıladı beni. Arı kovanına benzeyen mekâna okul sıralarına benzeyen bir sürü masa konmuş. Bu masalarda sokaklarda olduğundan daha fazla havalı kadın ve erkek vardı.

Elbette kendimi yabancı hissettiğim bir yerde fazla duramazdım, kan ter içinde kendimi dışarıya zor attım ve bir daha dönmemek üzere cennetten cehenneme dönen Petra'dan ayrıldım.

İnsanların çok olduğu bir yerde kahve oluyor da huzur olmuyor maalesef.

3 Aralık 2015 Perşembe

Hüseynî, Ayasofya

Sütun başlığı, Ayasofya, 9 Mart 2007 (c) bizans
 
Geçen gün bir Türk musiki makamlarıyla ilgili konuşurken, arkadaşım Süleymaniye Camii için "Segâh makamına benziyor" dedi, "yekpare, sade, gururlu ve hüzünlü." diye bitirdi.

Ben de, Ayasofya ise hüseynî makamına uygun galiba, dedim. Ağıtlar en çok hüseynî makamında bestelenmiş, Ayasofya da geçmişe bir ağıt gibi duruyor, zaten yaklaşık 1500 sene önce yapıldığı zamanda bile çok daha eski bir zamanı arayan zihinlerin eseridir sanki. Ayasofya'nın taşları bir araya geldiğinde yapıya başka bir hava vermiş, suyun akışı donmuş ve sessizliğin güzelliği gelmiş oturmuş.

Bir de Birhan Keskin'in güzel bir şiirinde geçer bu makam:

"Hüseynî bir makam büyüyor içimde
hem çocuğum bu ayrılıkta ben hem anne
birini ötekinde yitirdiğim ikiziyim kendimin
ve geçmiş serin bir ülkedir içimde.

Aktım eridiğim yerden ve zamandan
bilmiyorum nerde soğudum,
dondum nerde."

Gelmek istediğim yer şurası, eskiden yaşamış güzel insanlar da kendilerine has makamlar gibi, kendileri yok ama sesleri duyuluyor, hissediliyor.

En güzeli, mesela bir akşam vakti, güneş batarken, içimize bir başka zamanın ışığı düşer gibi oluyor ve seziyoruz ki kimse gitmemiş, her şey biraz daha soğumuş o kadar.


Ayasofya, 9 Mart 2007 (c) bizans






29 Ekim 2015 Perşembe

GÜNEŞTE YIKANMIŞ, GÖLGEDE BÜYÜMÜŞ

Kasım 2008
Bu fotoğrafı, Muhsin Akgün'ün armağan ettiği Nikon F90x ile 2008'de çekmiştim.

Biri içeride, diğeri dışarıda iki sandalye. Biri eve bakıyor, diğeri dışarıya.

Biri içeride olana dikkat dikkat kesilmiş gibi, diğeri dünyayı duymaya çalışıyor. Balkondaki sandalye güneşle yıkanıyor, odanın içerisinde duran sandalye de güneşi hissediyor, ışık doğrudan olmasa da bu sandalye de aydınlanıyor.

Bugün, işe gitmeden önce Mecidiyeköy Antikacılar Çarşısı'nın merdivenlerine oturdum, gelip geçen insanları seyrettim. Hemen arkamda, içeride tarihin dokunup geçtiği insanlardan kalma yığınla eşya vardı. Yukarıdaki fotoğrafta görülen sandalyeler gibiydiler. Kimi güneşte yıkanmış, kimi gölgede büyümüş.