3 Aralık 2015 Perşembe

Hüseynî, Ayasofya

Sütun başlığı, Ayasofya, 9 Mart 2007 (c) bizans
 
Geçen gün bir Türk musiki makamlarıyla ilgili konuşurken, arkadaşım Süleymaniye Camii için "Segâh makamına benziyor" dedi, "yekpare, sade, gururlu ve hüzünlü." diye bitirdi.

Ben de, Ayasofya ise hüseynî makamına uygun galiba, dedim. Ağıtlar en çok hüseynî makamında bestelenmiş, Ayasofya da geçmişe bir ağıt gibi duruyor, zaten yaklaşık 1500 sene önce yapıldığı zamanda bile çok daha eski bir zamanı arayan zihinlerin eseridir sanki. Ayasofya'nın taşları bir araya geldiğinde yapıya başka bir hava vermiş, suyun akışı donmuş ve sessizliğin güzelliği gelmiş oturmuş.

Bir de Birhan Keskin'in güzel bir şiirinde geçer bu makam:

"Hüseynî bir makam büyüyor içimde
hem çocuğum bu ayrılıkta ben hem anne
birini ötekinde yitirdiğim ikiziyim kendimin
ve geçmiş serin bir ülkedir içimde.

Aktım eridiğim yerden ve zamandan
bilmiyorum nerde soğudum,
dondum nerde."

Gelmek istediğim yer şurası, eskiden yaşamış güzel insanlar da kendilerine has makamlar gibi, kendileri yok ama sesleri duyuluyor, hissediliyor.

En güzeli, mesela bir akşam vakti, güneş batarken, içimize bir başka zamanın ışığı düşer gibi oluyor ve seziyoruz ki kimse gitmemiş, her şey biraz daha soğumuş o kadar.


Ayasofya, 9 Mart 2007 (c) bizans






29 Ekim 2015 Perşembe

GÜNEŞTE YIKANMIŞ, GÖLGEDE BÜYÜMÜŞ

Kasım 2008
Bu fotoğrafı, Muhsin Akgün'ün armağan ettiği Nikon F90x ile 2008'de çekmiştim.

Biri içeride, diğeri dışarıda iki sandalye. Biri eve bakıyor, diğeri dışarıya.

Biri içeride olana dikkat dikkat kesilmiş gibi, diğeri dünyayı duymaya çalışıyor. Balkondaki sandalye güneşle yıkanıyor, odanın içerisinde duran sandalye de güneşi hissediyor, ışık doğrudan olmasa da bu sandalye de aydınlanıyor.

Bugün, işe gitmeden önce Mecidiyeköy Antikacılar Çarşısı'nın merdivenlerine oturdum, gelip geçen insanları seyrettim. Hemen arkamda, içeride tarihin dokunup geçtiği insanlardan kalma yığınla eşya vardı. Yukarıdaki fotoğrafta görülen sandalyeler gibiydiler. Kimi güneşte yıkanmış, kimi gölgede büyümüş.

5 Haziran 2015 Cuma

Haiku yağmuru

2005 yılında hafta içi yağmurlu bir günde Ayasofya'yı gezerken çektiğim fotoğraf.


Öğle üzeri yemekte okumak üzere bir makalenin çıkışını alıp sokağa çıktım. Gün ortasında hava kararmıştı. Gri bulutların gökyüzünü şenlendirdiğini görünce bir haiku mırıldandım:

Hava karardı.
Yağmur yağacak sanki.
Rüzgârın sesi.

Sonra lokantaya gidip oturdum. Mercimek köftesi ve erişte salatası aldım. Kapıya yakın oturuyordum.

Yazarın Başo'ya Basho demesi bana hatalı gelmişti ama makalede şöyle hoş cümleler okudum: "Japon şiiri tohumlarında insan kalbini taşır ve sayılamayacak kadar sayıda sözcük dalları olarak gelişir."

M.S. 905 yıllarında Ki no Tsurayuki tarafından yazılan Kokinshu kitabının önsözünde yer alıyormuş bu tanım.

Okumayı bırakıp dışarıya baktım, rüzgârın sesi değişmişti ve ben "Japon şiiri tohumlarında insan kalbini taşır..." cümlesini tekrarlıyordum.

Tam o sırada yağmur başladı.





19 Mayıs 2015 Salı

Unutma saati


Evde sadece kitaplar ve ben varım. Bir şişe de şarap duruyor buzdolabında. Bitmesin diye yarım bardak içiyorum arada sırada. Papazkarası üzümü değil Merlot bu seferki. Artık Papazkarası yok, çok baktım bulamıyorum. Aslında içmesem de olur, şaraba çok bayılmıyorum, kahveyi daha çok seviyorum. Su içerek de kitap okuyarak da sarhoş olabiliyorum. Ama en iyisi kitap okumak. Yalnız olduğumu unutuyorum.

3 Ekim 2014 Cuma

Yazdıklarım, denizde


Bir şeyler söylemek istedim. 

Sonra birden başka bir dilde konuştuğumu anladım, sustum. 

Yazdıklarımı sildim. Yorgunum.

6 Aralık 2013 Cuma

Hâl Tercümesi



Dünyayı hatırlıyorum.
Bir zamanlar yeryüzünde
tek başına dolaşıyordum.
Uçsuz bucaksız ve katı
bir yerdi hatıralar denizi.
Yeni bir şey yoktu acılarda.
Tohumlar ektim her güne
akarsulara, defterlere, sessizliğe.
Şimdi her şey değişti her şey:
"koskoca bir ağaç görüyorum
        ufacık bir tohumda"*
Kelimeler büyüdü ağzımda
ve benden uzaklaştı hepsi alev,
ve sana sığındılar ey güneşli gün.

Yakalanmışım, eskiçağda kalmışım,
başka olmuşum, her şeye yabancı
bir nehri takip etmek istemişim,
sonra içimdeki nehre düşmüşüm.



*Asaf Halet Çelebi

18 Ekim 2013 Cuma

2'de 1


Birken iki olmak güzel.

İkiyken bir olmak kötü.

2 Ocak 2013 Çarşamba

Fotoğraf ile ibadet


Şişli Camii, İstanbul, 2012 © bizans



Camileri severim. İçinde hat eserleri varsa daha çok severim.

Ama dindar değilim, benim için ibadet bu hat eserlerini ve kubbeyi seyretmek.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Anton Çehov



"Yazarın mübarek adını yazalım."

Olympus Mju-1, Ilford Pan 400, 29.10.2010

22 Eylül 2010 Çarşamba

film pour eprevues noir-et-blanc



Aylardan sonra Şahap abiye yani Pamuk ticarete uğradım, elimde batan bir gemiden almış olduğum bir yığın renkli film vardı, o kadar çok film vardı kı bir kısmını arkadaşlarıma hediye ettim ve filmler sonunda bitti. Ben de yeni almış olduğum Olympus Mju-1 şerefine 2 tane Kodak BW400CN aldım (Ilford XP2 400 ile Kodak arasında kararsız kaldım bir an, zaten fotoğraf hayatım Ilford ile Kodak arasında gidip gelmiştir, ikisini de seviyorum). Bu arada anlaşılmıştır sanırım yazının başlığı da bu kutunun üüzerinden bir alıntı. :)

Kodak BW400CN gayet güzel bir film, renkli banyo (C-41) yapılabilmesi nedeniyle benim gibi bütçesi kısıtlı olanlar için iyi bir alternatif. Biraz daha para bulabilirsem daha iyi bir film alırım.



Filmlerin hâlâ piyasada olması büyük mutluluk, dijital canavarın dişleri arasından şimdilik kurtulmuş görünüyor film teknolojisi, ama geleceği karanlık orası ayrı, şimdilik tadını çıkaralım diyorum.

Şahap abinin fotoğrafı: Ilford Pan 400, 2007.

9 Temmuz 2010 Cuma

Gidelim



Thomas Ruff fotoğrafa inanmıyormuş. (Radikal, Ayşegül Sönmez, 09.07.2010, sayfa 22)

"Artık fotoğraf çekilmiyor, aranje ediliyor." diyor Ruff.

Ruff'un fotoğrafla dalga geçmesi hoş aslında.

Ama en güzeli Grateful Dead dinlemiş olması, bir zamanlar punk takılması. Bu iyi.

Bence müzik zevki fotoğraflarından(!) daha iyi.

(Olympus XA, Kodak 400 tmax)

8 Temmuz 2010 Perşembe



Kahve saati.

(Olympus XA, Fuji 200)

20 Mayıs 2010 Perşembe

Stephen

Stephen

Hurufat ve fotoğraf, konu neyse artık, birlikte terennüm etmeye başlar, eğer arkadaş olmalarına izin varsa kimse bedbaht olmayacaktır.

Nihayet, yorgunluk kanatlarını açar, okunanlar unutulur, fotoğraflar gözlerin ardındaki arşivde yerini alır.

Her fotoğraf makinesi bir saate benzer, son sözü söyler ve dünya nihayet unutulur:

"İhtiyar saat, geceyarısının on iki kısık darbesini sonsuzluğa indirdi."


(Elga Dimt, Roc d'Enfer)

11 Mayıs 2010 Salı

Yapılacaklar

1. Catherine Izzo sergisi, Fransız Kültür Merkezinde, 14 mayıs son. Perşembe izinliyim, gitmeliyim.

2. İstanbul Şiir Festivali bugün başlıyor. Etkinlik listesine bakılacak.

6 Mart 2010 Cumartesi

12 Şubat 2010 Cuma

Defter



Bütün defterler artık Çin'de üretiliyor.

8 Eylül 2009 Salı

Fotoğraf kitaplığı



Kütüphaneleri çok severim, iyi bir kütüphanede kendimi evimde gibi hissederim, kendimden geçip kitapların dergilerin arasında başka bir dünyada yaşarım. Fakat ne yazık ki İstanbul'dayım ve bu koca şehirde iyi bir kütüphane yok, iyi bir kütüphanenin gerekli olduğuna inananların sayısı da çok az.

Geçen gün Milliyet Pazar'da 12 Eylül'de açılacak olan "Bilginin Mabetleri Kütüphaneler" sergisi dolayısıyla "Miraç Zeynep Özkartal'ın Ahmet Ertuğ ile yaptığı “Fotoğraf çekerken Zen rahibi gibiyim, bana saat bile sorulmaz”" başlıklı güzelim söyleşisini okurken yine kütüphane meselesini düşündüm. (Neyse ki Ertuğ'un fotoğraf sergisi gibi takdire şayan güzellikler de yaşanabiliyor İstanbul'da, kaçırmayacağım bir sergi olacak bu.)

"İyi kütüphane yok" deyince itirazlar gelecektir sanıyorum, bence iyi olduğunu düşünülen kütüpheneler aslında temel başvuru kaynaklarının bolca bulunduğu, ilk ve ortaöğretim öğrencilerini hedef kitle olarak gören (aslında ülkemiz kütüphanecilerinin temel sorunu bu) ve uzmanlaşmamış, kitap ve dergi (niye sadece dergilere adanmış bir kütüphanemiz yoktur?) çeşitliliği açısından kısır olan yapılardan ibaret.

İyi bir kütüphane nasıl olmalı peki? Birincisi her zaman ve herkese açık ve ücretsiz olmalı. "Acaba bugün, bu saatte kapalı mıdır?" diye hiç soru olmamalı zihinde. Üyeliğin çeşitli koşullara bağlı olduğu (araştırma görevlisi değilim, bilmem ne üniversitesinin öğrencisi de değilim, öğretim üyesi de değilim, e ozaman bu kütüphaneye giremezsin diyorlar, hadi bir şekilde ağlayarak girdik, neticede aradığınız dergiler kitaplar elimizde yok diyorlar) az da olsa bir ücret talep edilen sonra da sınırlı hizmet verilen, okuyucuyu hakir gören, daha da önemlisi aranan kitabın derginin bulunmadığı kütüphaneler de hiç iyi değildir. (Ülkemizin önde gelen bütçesi geniş olan üniversite kütüphaneleri bile çeşitlilik açısından sınıfta kalıyorlar, bilim üretmenin koşulları nedir, çok merak ediyorum, gözlemlerime göre donanıma (yazılım ise korsan olduğu için parasız) çok para yatırmak en önemli koşul galiba :(

İkincisi ve bence en önemli koşul ise kütüphanenin sıcak olması. Okuyucu gerektiğinde çayını kahvesini içebilmeli okurken, elleri cebinde pencereden dışarısını seyretmeli. Çay kahve meselesinde kitapların zarar göreceğinden korkan kütüphaneler bunun için masaların tasarımını değiştirebilir, daha çukur bir bölümde çay kahve konacak bir düzenek olabilir.

İyi bir kütüphane standartları yüksek olan kütüphanedir, buna tasarım da dahil elbette. Bir de dil meselesi var. Yabancı bir dergiyi talep ettiğinizde yok deniliyor, o dergi ingilizce deniliyor, ne olmuş yani dergi ingilizce veya ispanyolca ise diyorum ben de, iyi kütüphane yok derken işte tam da bunu kastediyorum, var olan kütüphanelerin yöneticileri okurlarını bence dikkate almıyor, kendi bütçeleri ve dünya görüşlerine uygun bir yönetim anlayışındalar. Daha üst düzey yöneticiler, politikacılar, belediyeciciler ise kütüphane fikrine bile yabancı zaten, onlar fotoğraf makinelerindeki otomatik moda benzeyen Google'ı kullanarak yaşıyor, 'kütüphane' bir yaşam biçimi olarak dünyalarında yok, daha iyisini düşünmek ise akıllarına bile gelmiyor, vizyon sahibi değiller de ondan, ABD'deki Kongre Kütüphanesini kuran siyasi irade bundan kuşaklar önce hakikatın ışığını görmüştü, bizimkilerin görmesi için ağır bir ameliyat gerekiyor sanırım ;)

Fotoğraf kitaplığı sorunu ise çok, çok daha acıklı bir konu. Hiç anlatmak istemiyorum şimdi.

23 Şubat 2009 Pazartesi

Gazetenin bahçesinde, akşam



Akşamları, ağaçlar binayı aydınlatan spot ışıklarının arasında gözüme her defasında farklı görünüyor. 1994 yılından beri bu ağaçların arasında yürüyorum. Bina içinde sigara içmenin yasaklanmasından sonra gündüz gözüyle ağaçları seyretmek çok hoş değil çünkü dört bir yandan sigara kokuları geliyor. Ancak akşamları sigara kokusu olmayınca bu ağaçların gizemli yanları ortaya çıkıyor ve iyi geliyor kalbime.

Gazetenin içindeki klavye tıkırtılarından, sürekli zırlayan telefon seslerinden, bilgisayar farelerinin çıt çıt sesinden, gazete kağıtlarının hışırtılarından, topuklu veya spor ayakkabıların sesinden uzakta ağaçların arasından acele etmeden yürüyorum, yanımdan süzülerek geçenler var, kayıtsızca yürüyenler de, bir hışımla gelip geçenler de... İnsan ömrü dediğimiz şey de şöyle ya da böyle akıp gidiyor işte.

7 Şubat 2009 Cumartesi

Temizlik görevlisi



Gazete gibi çok sayıda insanın çalıştığı büyük yapılarda görevli olan temizlikçiler hayalet gibidir. Sessizce işlerini yaparlar ve gözünüze görünmeden ortalıktan kaybolurlar. Siz gelmeden bir iki saat önce erkenden gelip masanızı ve yerleri silerler, gün içinde çöp kovalarını boşaltırlar ve siz gitmeden önce onlar gider bile. Nadiren konuşursunuz, o da sohbet amaçlı değildir, bir süre sonra gözünüz onları farketmez bile, gelip gittiklerini de aslına bakarsanız görür görmez unutursunuz.

22 Ekim 2008 Çarşamba

Balya



Gazetenin mutfağında çalışanların gözleri alışkındır paketlere. Mutfağı derken sadece yazı işlerine mutfak deniliyor ya işin ağırlık kısmını taşıyanlardan söz etmek isterim mutfak deyince, baskı aşamasından, ulaşımından, masalara geldiği ana kadar olan kısımların da öyküsü yazılmalıdır. Bu insanlar diğer çalışanların uyudukları vakitlerde çalışırlar. Gece yarısından sonra sabahın ilk saatlerine kadar...

Baskıdan sonra üst üste yığılır gazete paketleri, atılır, birikir, bağlanır, kamyonlara yüklenir, taşınır, alınır, indirilir, paketler çözülür, bölüm bölüm ayrılır, gidecekleri yere göre dağıtılır, üzerlerine kısa notlar yazılır. Kamyonlar, el arabaları işlemeye başlar. Asansörlerde sabahın erken saatlerinde hayalet insanlar masalara gazeteleri bırakır ve gün başlar. Aradan biraz zaman geçer ve ardından kahveler çaylar yapılır, nihayet dumanı tüten gazetenin manşetine bakılır.

30 Temmuz 2008 Çarşamba

Gece sayfa hazırlamak



Fotoğrafın altına ne yazılacak?
Yazı belirlenen yere sığdı mı?
Sığmadıysa neresinden kırpılacak?
Taşra baskısında yer alan haberlerin
yerine yeni bir haber konacak mı?
Hangi haber çıkartılacak?
Yerine hangi haber gelecek?
Fotoğraf veya resim konacak mı?

27 Temmuz 2008 Pazar

Mola



Kafa işçilerinin dinlenme zamanı.

25 Temmuz 2008 Cuma

Muhabir



Muhabir açlık, yorgunluk, yoksulluk ve saldırı tehditleri altında çalışır. Saatlerce, günlerce hazırlandığı haberler yayımlanmayabilir, yaptığı bir haber yüzünden işten atılabilir, ikramiye alabilir, kafası kırılabilir. İkinci tür bir muhabir ise yılbaşı, doğum günü gibi türlü vesilelerle hediyeler alır, giysilere, pahalı saatlere, parfümlere, yurtdışı seyahatlare para ödemez. Yani standartları olmayan bir dünyadır muhabirlik.

Karikatürist




Bazen bir karikatür ortalığı karıştırır, davalar açılır, insanlar yürüyüş yapar, dayaktan cinayete uzanan bir zincirin halkaları belirir birden. Tehlikeli karikatürler birinci sayfaya konmaz, iç sayfalarda hadım edilir, bazen boyutu küçültülür ve tehlikesi daha da azaltılır.

24 Temmuz 2008 Perşembe

Haber Merkezi



Haber Merkezi bir gazetenin en ilginç bölümlerinden biridir bence. Onlar gelen haberleri ayıklar, düzeltir, kısaltır, doğrular ve yazı işlerine gönderir.

22 Temmuz 2008 Salı

Dış Haberler Servisi



Epeydir yazmamışım. Diğer bloglara ufak tefek şeyler yazdığımdan bir de şu internet bağlantısı sorunumu çözemediğimden. Neyse. Yeni projemden söz etmek istiyorum. Bir gazetenin portresi üzerinde düşünüyordum. Yukarıdaki fotoğraf kolayca tahmin edileceği üzere Dış Haberler Servisi'nin portresi işte. Sonra Haber Merkezi, Yazı işleri diye gitmek istiyorum. Bakalım.

18 Ocak 2008 Cuma

15 Ocak 2008 Salı

Sinema, tv, fotoğraf, nehir, ova, merdivenler




Bir ekranda akıp giden görüntüleri sevmiyorum. Sinemadan epeydir uzak duruyordum zaten. Geçen yıl ise sinemadan ve tv'den hepten nefret eder oldum. Filmler insanı aptallaştırıyor. Artık sadece ağır filmler, belgesel ve çizgi/bilimkurgu filmlerin bir kısmına tahammül edebiliyorum. Çoğu zaman da sonuna kadar izleyemiyorum, canım sıkılıyor. İzlediklerim de sayılı zaten. Sadece filmler değil haberleri seyretmek bile bir işkence halini aldı ki onu da bıraktım. Gazete, dergi, kitap, çizgi roman okuyorum.

Dvd film koleksiyonu yapan bir arkadaşım var. elinde yüzlerce film... Elbette kopya filmler bunlar. Bilgisayarı hiç kapanmıyor. Durmadan yükleme halinde. Bu koleksiyona başlamadan önceki arkadaş değil artık. Giderek daha az konuşan, konuşurken konunun başını sonunu tutturamayan bir hale dönüştü, isimleri de sürekli unutuyor. Onun gibi film seyretmeyi ve biriktirmeyi tutku haline getirenleri gördükçe benzer izlerin çoğunu onlarda da görüyorum. yaşayan ölülere dönüşüyorlar ne yazık ki. Aptal ve kayıtsız ruhlar halinde sadece basit filmleri izlemek için yaşıyor.


Sinemadan, televizyondan geçmek, fotoğrafa nehre, ovaya varmak, merdivenlerde oturup dünyayı okumak istiyorum.

Bu sinema/tv endüstrisi tıpkı futbol ve uyuşturucu mafyası/sistemi gibi. korkunç paralar harcanıyor. vitrinde yüzeysel bir güzellik var, gerisi çirkinlik, pislik, kültürsüzlük, cahillik. Onca para nerelere harcanıyor peki? ortada ilerleme diye bir şey yok. Endüstrinin kendisi devasa bir ahtapot gibi yayıldıkça yayılıyor. Her bir şeyi yutup öğütüyor. ya o sinema/tv oyuncularına ne demeli? Aldıkları paraları ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Çoğu abuk sabuk insanlar. İnsan olarak birikimsiz ve cahiller. Paraya ve şöhrete tapan magandalar halinde her yerde karşımıza çıkıyorlar. Gazetelerde, dergilerde sayfalar dolusu yerler ayrılıyor bu magandalara, nasıl da iyi oyuncular oldukları söyleniyor.


Oysa bu insanlar ne yapıyor? Setlerde öpüşüyorlar, sevişiyorlar, atlayıp zıplıyorlar, bolca konuşuyorlar, samimi olmayan dertleri anlatıyorlar ve ömrünü bilime/sanata/edebiyata adayan insanlardan çok çok daha fazla para kazanıyorlar, çok daha iyi yaşıyorlar. Ne tuhaf.

Ama öylesine de gülünç ve acıklı görünüyorlar ki... 

13 Ocak 2008 Pazar


Bilgisayar çöktü


İşte bu kadar. Bilgisayarım çöktü. Yedekleme yapmanın önemini bir kez daha anlamış bulunmaktayım. Bir kısım yedeklerim duruyor. Ancak güncelleme konusunda tembel olduğumdan son bilgiler uçtu gitti. Neyse sabit disk hp'ye gitti. Bakalım kurtaracaklar mı?


fgunluk


Son zamanların en güzel paylaşımlarından biri http://fgunluk.blogspot.com/ üzerinde görülebilir :)


Çalışmalarına hayranlık duyduğum Anıl kardeşim ile aramıza Murat Eren'i de alarak yazı ağırlıklı bir fotoğraf blogu oluşturduk. Murat işten güçten vakit bulup da yazarsa şahane olur. Onun http://meren.org/blog/'daki yazılarını severek takip ediyorum zaten.

2 Aralık 2007 Pazar

yağmurdan sonra insan
fotoğraftan sonra yağmur..
Refik'in Paris'e gittiği gün...

16 Kasım 2007 Cuma

olympus xa2


lomo lca'dan daha iyi bir makine buldum: olympus xa2. özellikle deklanşör çok iyi düşünülmüş. hafif bir dokunuş ve çıt! diye bir ses geliyor. şehir gürültüsü içinde duyulması imkansız bir sesi var. açma kapama olayı da güzel. basit ve çok çok pratik filmli bir makine.

13 Ekim 2007 Cumartesi

Lomografi


bbc'nin lomo ile ilgili belgeselini seyrettim bugün. olması gerektiği gibi hızlı, bilgi veren, amaca uygun ve ilgi çekiciydi. neden bizim tv'ler bu tarz belgeseller göstermez? belgesel deyince aklıma trt'nin kafadan çatlak belgeselleri geliyor: dış ses somut bilgi vermektense şiir okur gibi bir şeyler söylüyor, kamera da abuk bir manzarayı görüntülüyor filan...
biraz geç kalmışım bu lomo işine. önceleri dudak büküyordum bu tarz makinelere. http://www.lomography.com/ sitesi de tasarım olarak biraz gıcık geliyor bana. siyah beyaz çekip araya mesafe koymaya bile çalıştım yine de olmadı... bu tarz makinelerde büyülü bir şey var kesin. bir kez dokundu mu bırakamıyor insan... yaşama sevinci veriyor :)

7 Ekim 2007 Pazar

yürümek ve durmak ile ilgili fotoğraflar çekiyorum epeydir. fotoğraf makinemi insanların yüzlerine değil, ayaklara, ayakkabılara çeviriyorum artık. enis batur'un 'yürümek' ile ilgili bir kitabı vardı, geçen gün aradım kitaplıkta bulamadım. daha detaylı bakmam lazım. ilhan berk'in de yürümekle ilgili şiirlerini anımsıyorum...

4 Ekim 2007 Perşembe

evet işte bu da abisi. deklanşöre yarım basmayı öğrensin daha net olacak, ama ben böyle seviyorum :)

bu arada sevdiğim bir siteyi dosta düşmana öneriyorum: http://www.defocused.net/
bu fotoğrafı 3 yaşındaki oğlum çekti (aşağıdaki). makineyi sb modda bırakmıştım. illa çekicem diye tutturdu akşam vakti, ağlayınca mecburen -korkarak da olsa verdim- beğendiğim sonuçlardan biri bu. diğerlerini de yüklerim yakında... vizöre dayadığı gözünü kapatıyor yalnız, açıkta kalan gözü ile bakıyor etrafa :)


yazmayı unutmuşum, G7'yi verip 400D aldım... sayısal bir makinenin el altında olması iyi... ama mutlaka analogdan şaşmamak lazım. bir holga bulamadım henüz.. internetten sipariş mi versem diye düşünmekteyim. "20 dolar filan" dedi Refik bugün. koca Hayyam Pasajı'nda bir tane bile bulamadım... çok ilginç... ucuz makine olduğu için satmaya, bulundurmaya tenezzül bile etmiyorlar olabilir mi?

30 Eylül 2007 Pazar

epeydir yazı/foto yüklemiyorum bu siteye. bu fotoğraf da yeni bir başlangıç olsun.

17 Haziran 2007 Pazar

canon g7

taksitlere gark olarak aldığım canon g7 (powershot kısmı saçma geliyor bana) ile ilk denemeler:



shots, doxa, geniş açı


istiklal caddesindeki en güzel kitabevi olan robinson cruseo'dan shots dergisinin 95. sayısını aldım. "kitaplar ve sözcükler" konulu bir sayı. hoş bir dergi. Russell Joslin adındaki fotoğrafçı-yayıncının kişisel çabalarıyla çıkıyor anlaşılan, başka bir isim yok. kağıdı ve baskı kalitesi güzel. abartılı hiç bir şey yok. hoş. türkiye'de dergi deyince hemen kuşe kapak, en iyisinden pırıl pırıl parlayan sayfalar geliyor akla. böyle mütevazı çözümlere yönelmek lazım. geniş açı dergisi de bu tarz çıksaydı, uzun yıllar dayanırdı diye düşünmüştüm, ama serdar darendeliler öyle düşünmüyor "kuşe ya da hamur olmasının maliyete etkisi yok" diyor.

doxa dergisini düşünüyorum bu sıralar. fotoğraf için bu güzel bir yapısı var. ama fotoğraf çok az içinde. zaten çok iyi ve kendini kanıtlamış mimarlık dergilerimiz var. mimarlıktan çok fotoğrafa yer vermeli doxa.


http://www.norgunk.com/

http://www.shotsmag.com/

10 Haziran 2007 Pazar

kitap okumak üzerine



"kitap okumak" üzerine fotoğrafları çok seviyorum. okuyan birini çekmek istedim, bulamayınca ben de kitap okyanusundan bir fotoğraf yüklüyorum. şimdi artık yanımda olmayan Nikon d70 ile çekildi. Henüz daha iyi bir makine bulamadım... belki en iyisi dslr yerine kompakt bir makine almak.

9 Şubat 2007 Cuma

hepimiz hrant'ız hepimiz





bizans ve osmanlı bitkileri
büyüyor bir yanda
bir yanda hrant dink ölüyor

süleymaniye'nin yüzü buruşuk
ayasofya'nın da canı yanıyor